KARABÜK (TİHA) – Karabük Üniversitesi akademik personelleri, Safranbolu Belediyesi tarafından düzenlenen “Ramazan Akşamları: Kültür & Sanat Sohbetleri” kapsamında, Safranbolu Tarihi Çarşı’da “Eski Sinemalar ve Tasavvuf” adlı söyleşi gerçekleştirdi.
Safranbolu Tarihi Çarşı’da bulunan Muallimler Birliği Konağı’nda 29 Mart Cuma günü gerçekleşen söyleşide, Karabük Üniversitesi Türker İnanoğlu İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü öğretim üyelerinden Dr. Öğr. Üyesi Bedirhan Karakurluk, Dr. Öğr. Üyesi Musa Ak ve Safranbolu Şefik Yılmaz Dizdar Meslek Yüksekokulu Radyo ve Televizyon Programcılığı öğretim elemanlarından Öğr. Gör. Serdar Sabuncu “Eski Sinemalar ve Tasavvuf” adlı söyleşide konuşmacı olarak yer aldı.
Karabük Üniversitesi Türker İnanoğlu İletişim Fakültesi dekanı Prof. Dr. Fatih Bayram’ın da katıldığı söyleşide, ilk olarak Dr. Öğr. Üyesi Bedirhan Karakurluk, “tasavvuf ve sinema” bağlantısından söz etti.
“TASAVVUF; OKUNARAK, ARAŞTIRILARAK DEĞİL TECRÜBE EDİNEREK ÖĞRENİLEN BİR İLİM”
Dr. Öğr. Üyesi Karakurluk, “Tasavvuf okunarak, araştırılarak değil; tecrübe edilerek öğrenilen bir ilim olarak tanımlanıyor” dedi. Devamında ise “Erol Güngör, Fuat Köprülü, Beşir Ayvazoğlu, Abdulbaki Gölpınarlı gibi isimlerin iddia ettiği üzere, bu yapının Geleneksel Türk sanatı ve İslam sanatıyla doğrudan bir bağlantısı olduğu düşünüldüğünü, ancak Türk sinemasının orta ikinci dönemden itibaren bir başka sanat olan sinemanın böyle bir temel referansla hareket etmediği, hatta bu referansı almaya uzun yıllar başlamadığı görülüyor” ifadelerini kullandı. Sinemanın serüvenine değinen Karakurluk, “İlk etapta 1950’li yıllara kadar bu tarz içeriklerin olduğu bir yapı görülmüyor, ancak sonrasında belgesel film olan “Kâbe Yolları” ve hemen ardından “Hz. filmler” diye isimlendirilen genellikle dini şahsiyetlerin biyografik yaşantılarını anlatan, mucizeleri ön plana çıkaran filmlerin görülmeye başladığını belirterek bunların seyirciyi daha çok sinemaya çekmek için yapıldığını söyledi. Sonrasında ise o dönemdeki filmlerden örnekler verdi.
Devamında ise 1960’lı yılların ortasında yeni bir sinema ekolü Ulusal Sinemacılar’ın ortaya çıktığını söyledi. Karakurluk, “Bu sinemacılar kendi genelinden hareket edip, kendisindekini ön plana çıkarmaya çalışırsa evrensele ulaşabileceğini düşünüyorlar. Bunlar hem öykü şemasında hem de sinematografide yeni şeyler deniyorlar. Ulusal sinemacılar büyük etki uyandırıyor. 1970’li yıllarda ise ulusal sinemacıların devrimci bakış açısından uzak duran ve temel referansını din alan başka bir yapı ortaya çıkıyor” dedi. Yakın dönem Türk sinema tarihinde ise ilginç denemelerin olduğunu söyleyerek özellikle bağımsız Türk sinemasının yükselmeye başlamasıyla tasavvuf referanslı filmlerin yapılmaya başlandığını belirtti.
Daha sonra ise Dr. Öğr. Üyesi Musa Ak, son dönem Türk sineması bağlamında yapılan filmleri ve tasavvuf ile geleneksel değerlerden beslenerek etkilenen filmleri, yaratıcı ve kurgu yazarlar politikası bağlamında ele alıp felsefi boyutundan değerlendirdi.
Dr. Öğr. Üyesi Musa Ak, “Temel mesele 1960’lı yıllara dayanıyor, yönetmenlerin kendilerine özgü sinema filmlerini ortaya koyma durumundan başlıyor. Bunun nedeni dünya sineması, bu da Fransa’daki Fransız yeni dalga sinemasına dayanıyor. Farklı yönetmenlerin ortaya çıkması ile yeni bir anlayış ortaya çıkıyor, bu da daha bağımsız ve daha kendi dillerini ortaya koyan anlayışı ortaya çıkardı. Bizdeki sinemanın değişmesindeki temel sebep Türkiye’deki sinamatekle birlikte ortaya çıkan filmler ile oluyor” ifadelerini kullandı.
Sonrasında ise auteur yönetmenlerin ortaya çıktığını belirten Ak, Deleuze’ün iki kavramına değindi. “Bu kavramlardan birisi hareket-imge diğeri ise zaman-imge kavramı. Hareket-imge kavramı klasik Hollywood sinemasıdır. Tamamen eyleme ve aksiyona dayalı. Burada izleyici sorgulayan değil, tamamen bakan gözlemleyen konumda, yani izleyici pasif durumda. Deleuze, burada 2. Dünya Savaşı’na kadar olan sinemanın böyle olduğunu söylüyor. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan sinema, zaman imgesi üzerine. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra daha durağan, daha hayatı özümseyen ve daha derinlemesine analiz eden sinema anlayışı ortaya çıkmaya başlıyor. Sonraki dönemlerde filmler zaman-imgeye dayalıdır. Mesela 1960-1970 yıllarındaki filmler çok didaktik geliyor, izleyiciyi dışarda tutuyor ancak Semih Kaplanoğlu’nun yaptığı sinema biraz daha duygu sinemasıdır” dedi.
Son olarak ise Öğr. Gör. Serdar Sabuncu sinemada izleyicilerden bahsetti.
Sabuncu, sinema tarihinin, 28 Aralık 1895 Lumiere Kardeşlerin ilk film gösterimiyle başladığını belirterek, “Aslında sinema bize çok uzak değil, ancak bu tarih benimseniyor” dedi. Dönemin Osmanlı’sının sinemada geç kalmadığını ve 1896 yılında sarayda Romanya Yahudisi tarafından ilk sinema yapıldığını ifade etti.
Dönemin Osmanlısı sinemaya daha liberal yaklaşıyor diyen Sabuncu, “Herhangi bir mevzuat olmadığı için, sinemayla ilgili bir talimatnamenin bulunmadığından dolayı, Almanya’da ve Fransa’da yasak olan birçok film ülkemizde rahatlıkla gösteriliyordu” dedi. Devamında ise “Dönemin gazetelerine bakıldığında bunlarla ilgili çokça tartışma olduğu görülebilir. O dönem sinema tarihinin başlangıcı problemli, ilk film hangisi tartışmaları çokça yapılıyordu. O dönemde propaganda filmleri vardı, Mehmet Rauf, Alman sinemasını, propaganda filmlerini, özellikle Napolyon’un nasıl Almanlar karşısında yenildiğini anlatan filmini överek, ülkeler arasında uluslararası iletişime kültürel faaliyetler sağlamasında sinemanın büyük etkisinden bahsediliyor” dedi. Ancak bir yıl sonra savaş olduğunda sinemanın propaganda amacıyla kullanıldığı öğrenilmesinden söz etti. Öğr. Gör. Sabuncu’nun dönemin sinemacılarından bahsetmesinin ardından, söyleşinin sonuna gelindi.